Nurhan AZAK'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Gerilla yoldaşları anlatıyor:

 

Her zamanki gibi, güneş doğmadan önce kalkmış, güneşin doğuşunu karşılamaya hazırlanıyorduk. Bugün bir farklılık vardı. İçtima sıramız, bir gün öncekine göre bir kaç kişi daha fazlaydı. Çünkü, Hayri Koç Müfrezesinden de yoldaşlar var. “Acaba görevleri bitti de mi geri geldiler?” diye düşünüyorduk. Yok yok öyle olsaydı hepsi gelirdi. Sadece bir kaç kişi var. Müfreze komutanımızın “Hazırol” emriyle herkes silahlarını sağ bacağının yanına çekerek hazırol pozisyonunu aldı. “Sağ baştan say” komutuyla sağ başta duran yoldaş “bir” diyerek sayımı başlattı. Ardı sıra “iki, üç... son” sözünün ardından sayım işlemi tamamlandı ve bulunduğumuz yemyeşil ormanda “Her Şey Parti İçin. Her Şey Cephe İçin!”şiarı en gür seslerimizle haykırıldı. “Rahat” komutuyla birlikte silahlarımızın namlusu öne doğru uzatıldı. Sağ eller arkaya çekilerek sol bacak yana doğru açıldı. Kafamız sürekli Hayri Koç Müfrezesinin neden geri geldiği, görevleri bittiyse neden hepsinin gelmediği sorularıyla meşguldü. Bir şeyler vardı ama neydi? Komutan bu soruların cevaplarını biz sormadan açıklamaya başladı;

“3 Eylül’de Ulukale Köyü yakınlarında saat 16 civarında Hayri Koç Müfrezesine bağlı olan Aydemir Şahin (Niyazi) yoldaşın komutasındaki grubumuz düşmanla çatışmaya girmiş, çatışma sonucunda 5 yoldaşımız şehit düşmüştür. Acımız ve üzüntümüz büyüktür. Ama bunlar kinimizin kaynağıdır. Savaşın bedel gerektirdiğini hepimiz biliyoruz. Bugün bu bedeli ödeyenler Nurhan Azak (Eylem), Asuman Koç (Makbule), Hülya Ateş (Perihan), Orhan Korkut (Hasan) ve Aydemir Şahin (Niyazi) yoldaşlarımız olmuştur. Yarın içimizden biri de bu onura layık olabilir. Şehitlerimizin hesabını sormak boynumuzun borcudur. Onlar şehit düşerken bize mesajlar iletmişlerdir. Eylem, şehit düşerken silahını yanındaki yoldaşını verip Silahımın düşmanın eline geçmesini istemiyorum. Silahıma iyi bakın. Yoldaşlarıma ve halkıma selam söyleyin. Hepinizi çok seviyorum’ demiştir.”

Her zaman gülen, neşeli, canlı ve gözlerinde hayatın canlılığının pırıltısı hiç sönmeyen can yoldaşımız silahını miras bırakıp ayrılmıştı aramızdan. İlk katıldığı günlerde hiçbir şeye ses çıkarmaz, sadece güler ve biraz da çekingen dururdu. Sanki gerillaya katıldığına inanmıyor gibiydi. Ama bir kaç gün sonra bu çekingenliğini üstünden atıp gerilla yaşamına adapte olmaya başladığında, artık o ilk günkü çekingen ve sessiz halinden bir şey kalmamıştı. Artık konuşkan, her zaman canlı, yoldaşlarının sorunlarıyla ilgilenen, bulunduğu ortama neşe kaynağı olan Eylem vardı. Şimdi ise silahını miras bırakıp, aramızdan fiziki olarak ayrılmıştı.

Konuşmaya devam ediyordu komutanımız:

Asuman şehit düşerken: Şehitler beni çağırıyor. Cemal abiyle (Nazım Karaca), Arif abi (Mürsel Göleli) beni çağırıyorlar. Ben şehitlerin, Cemal’in, Arif’in yanına gidiyorum. Yoldaşlarıma, anneme, babama ve halkıma selam söyleyin. Hepinizi çok seviyorum.’ diyerek şehit düşmüştür.

Köylü kızı, doğduğu dağlardan hiç kopmamış, bir zamanlar koşup oynadığı, kuzuları otlattığı dağlarına şimdi elde silah savaşmak için çıkmış ve 12’lere verdiği sözü yerine getirerek onlar gibi şehit düşmüştü. Asuman, o saf haliyle, sanki karşımızda durmuş bize bakıyordu ben ölmedim, inadına yanımızdayım’ diyordu.

Ya şehit düşen grubun komutanı Aydemir... Aydemir’in o yürekli konuşkan çalışkan, emekçi yapısı, oradan oraya koşturan, ne olursa olsun, söylenen herşeyi hiç sızlanmadan büyük bir zevkle yerine getiren yapısını keşke herkes görebilseydi. O’nu tüm yoldaşlarımız tanıyabilseydi.

Hülya’nın o içten ve sıcak kahkahası halen kulaklarımızda çınlıyordu. Canlılığı ve hareketli olmasından dolayı, halkımız O’na “tam erkek gibi” derdi. Ve Hülya’yı severlerdi. O’nun insanlarla kısa sürede kaynaşması her zaman bizim için örnekti.

Orhan’ın sessiz, sakin yapısı, söyleneni yapan, sessizliğinin altında düşmanına büyük bir öfke taşıyan davranışları ve atikliği bir bir gözlerimizin önünden geçiyordu.

Beynimizde hüzün, öfke ve kinden başka bir şey yoktu. Gözlerimizden bunu görebilmek mümkündü.

Ve içtima bitmek üzereyken komutanın;

-Söylemek istediğimiz bir şey var mı? sorusuna hepimizin cevabı aynıydı;

-Hesabını soralım. Hem de kanları kurumadan soralım!..

Komutan da onaylayarak;

-Evet kanları kurumadan hesabını soracağız!.. diyerek konuşmasını tamamladı.

Bu, Beşler’imize verdiğimiz sözümüzdü ve verdiğimiz sözü de tuttuk...

 

(Bu anlatım, Halk için Kurtuluş dergisinin 20 Ağustos 1998 tarihli

96. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Nurhan'a Ağıt

(Nurhan Azak'ın yakınları tarafından yazılmıştır.)

 

"Bir düşmandı seni arkandan vuran

Hem yiğit hem merttin nuranım benim

Hasret acısından sızlar bu tenim

Başındaki puşun olsun kefenim

 

Çok mu derin idi söyle o yaran

Övünç kaynağımsın ah güzel bacım

Seni çok severdim gönül ilacım

Dersim tarihinde sensin baş tacım

 

Kahpelerdi senin çevreni saran

Kızıla boyandı kanınla dere

Bayrağını diktin düştüğün yere

Taht kurdun bilesin sen gönüllere

 

O gün şehit düştü o köye varan

Ihbar etmiş sizi satılmış muhtar

Ilkbahar gelmeden erimeden kar

Sarılmış çevreniz yeriniz çok dar

Olmamış çemberi çıkıp da yaran..."

 

***

 

Köyünden, Pertek'ten yoldaşları anlatıyor:

Öğreniyor, öğrendiklerini yaşamında somutluyor ve başkalarına aktarıyordu

 

Nurhan AZAK, Dersim'in Pertek ilçesine bağlı Aşağı Gülbahçe (Kürmeş) köyünden orta halli bir ailenin çocuğuydu. Kürt-aleviydi. Ailesi, geçimini, çiftçilikle ve yolcu minibüsü çalıştırarak sağlıyordu. Nurhan yedi kardeşinin en küçüğüydü. En küçük olmasından dolayı ailesi tarafından hiçbir işte çalıştırılmamış, rahat bir ortamda büyütülmüştü. Yaşamın zorluklarıyla fazla karşılaşmamış, fiziki olarak yıpranmamıştı.

Nurhan, ilkokulu kendi koyünde, ortaokul ve liseyi ise Pertek Mustafa Kemal Lisesi'nde okudu. Devrimcilerle 1991'de lise ikideyken tanıştı. Sessiz, konuşmayı pek sevmeyen bir yapısı vardı. Birkaç yıl aynı sınıfta okumamıza rağmen O'nunla doğru dürüst konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Çok doğal bir yapısı vardı. Kendi köyünün şivesiyle konuşurdu. İri-yarı, babayiğit, düz siyah saçlı, açık tenli bir arkadaştı. Konuştuğunda ise çekingence, ağır ağır konuşurdu. Yaptığı işlerde de yavaş hareket ederdi. İlk tanıştığı devrimciler TDKP'liydi. O da bu yüzden onlara sempati duyuyordu. Ama kısa sürede onların çarpık anlayışlarını gördü, tanıdı. Bizim faaliyetlerimizden etkilenmeye başladı. 1992 başından itibaren bizimle birlikte hareket etti. Örgütlü ilişkilerimiz içinde yeraldı. Hareketimizi tanımak için yoğun bir çaba içerisine girdi.

Sürekli okuyup araştırıyordu. Kafasına takılan soruları tanıdığı insanlarımıza soruyor, tartışıyor, öğrenmeye çalışıyordu. Bu öğrenme uğraşını sadece kendisi için yapmıyordu. Öğrendiklerini yaşamında somutluyor, başkalarına da aktarmaya çalışıyordu. Özellikle köyündeki gençlerle ilgileniyordu. Onlara bizi anlatıyordu. Bu emekleri boşa gitmedi, insanları etkilemeyi başardı ve kendi köyünden birçok insanın mücadeleye katılmasını sağladı. Onlara yayınlarımızı okutuyor, eğitim çalışmaları yapıyordu. Köyündeki gençlerle geziler organize ediyor, onları örgütlemek için birlikteliği ve dayanışmayı geliştiriyordu. Bu konuda her türlü fırsatı değerlendiriyordu. Mesela bir düğün mü oldu; gençleri etraf ına toplar, onlarla sohbet ederdi. Onlara birşeyler öğretebilmek, mücadeleye katabilmek isteği ile doluydu.

Nurhan'ın bu çabalarının sonucu olarak kendi köyü ve komşu köylerdeki insanları örgütleme görevi ona verildi. Bu görev verilmeden önce de o zaten bu işi gönüllü yapıyordu. Gençlerden yaşlılara kadar herkesin sevgisini ve saygısını kazanmışta. Köylülerin "Nure"si olmuştu. "Nure" ismi köylülerin dilinden düşmüyordu. Nurhan, sadece kendi köyündeki değil, Pertek'teki diğer faaliyetlerimizde de aktif olarak yeraldı. Yaptığımız çalışmaların birçoğunda O'nun önemli payı ve emeği vardır. Birşeyler yapmak için sürekli ısrar eder, adeta kendini dayatırdı. Birşey yapmadığımızda ya da eksik ve yanlışlara düştüğümüzde acımasızca eleştirirdi. Onun bu isteği diğer insanları da motive ederdi. Nerede iş varsa Nurhan'ı orada görmek mümkündü. Anmalarda, gezilerde, bildiri dağıtımında, duvar yazılamalarında, şehit cenazelerinde, insanları örgütlemede; kısacası devrimci faaliyetin olduğu her yerde onu görebiliyorduk. Güzel türkü söylerdi. Halayların başını çekerdi. Grup Ekin'in "İstanbul Şafakları" parçasının Kürtçe bölümlerini çok sever, söylerdi. Gittiğimiz bir anmada, saygı duruşunda, sol yumruklarımızın havada olduğu ve hiçbir sesin duyulmadığı bir anda Nurhan'ın sesini duyduk:

"İnsanlar için öleceksin Hem de yüzünü görmediğin insanlar için Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken... "

Şiiri öyle gür ve canlı haykırdı ki -aynı türkü ve marşlarımızı söylediği gibi- insanların içi ürperdi, duygulandı. Bu sese birçok kez tanık olacaktık. Nurhan birçok yanıyla bizlere örnek oluyordu. Mütevazi ve olgun kişiliğiyle insanları etkileyebiliyordu. Bu yönüyle liseli öğrencilerin saygısını kazanmıştı. Sorumlusu olduğu DLMK'lılar onun etrafında toplanıyor, saygıyla dinliyorlardı. Bu olgunluğundan dolayı liseliler genelde ona abla diye hitap ederlerdi. Onlarla sıcak ilişkiler kurmuştu. Sorumluluğunu yaptığı gençlerle sürekli içiçeydi. Bu yüzden harhangi bir sorunu olan biri hemen gider Nurhan'ı bulurdu.

Fazla bir mücadele geçmişi olmamasına rağmen Nurhan, kendisini hızla geliştiren, öğrenen bir yoldaşımızdı. Onunla yaşadığımız şu olay deneyimsiz olmasına karşın onun istek çaba ve azmini göstermeye yeter. Şehitleri anma haftasında('93) duvar yazılamaları yapacaktık. Pertek'te 12 Eylül'den sonra ilk kez duvar yazılaması olacaktı. Ayrıca biz de ilk kez böyle bir iş yapacaktık. Yani hiçbir deneyimimiz yoktu. Yazılama yapacakların tamamı erkeklerden oluşuyordu. Nurhan'ı bayan olduğundan yazılama eylemine katmak istemiyorduk. Fakat o kadar ısrar etti ki onu da bu eylem içine aldık. Nurhan ile ayrı ekiplerdeydik. Yazılamaları yazıp bitirdikten sonra görüşecektik. Belirlediğimiz yerde görüştük. Karanlıkta üstüne başına fazla dikkat etmedim. Sadece "tamam mı" diye sordum. O da "bizim tamam, ya sizinki" dedi. Sevinçli ve heyecanlıydı. Kalacağımız eve gidip de Nurhan'ı ışıkta görünce "yazılamayı belirlediğimiz yere mi yaptınız, yoksa başka yere mi" diye sormaktan kendimi alamadım. "Ya nereye olacak, bana inanmıyor musun yani" dedi. Biraz alınmıştı. Kazağını, ellerini gösterince ne dediğimi anladı. Gülmeye başladı. Çünkü üstü-başı boya içindeydi. Kendine özgü üslubuyla "heyt ne olacak sanki, ilktir, olur bu kadar" diye ekledi. Nurhan'ın kazağını yakma pahasına da olsa, yazılama eylemini başarıyla tamamlamıştık. Nurhan coşkuluydu, heyecan ve neşe doluydu. Gözlerinin içi her zaman güler, bizlere umut verirdi. Kahkahalarıyla bulunduğu ortamı neşelendirirdi. Olumsuzluklar karşısında karamsarlığa düşmezdi. Olumsuzluğu gidereceğimize inanır, alternatifler sunardı.

1993 Newroz'unu Pertek ilçe merkezinde kutlayacaktık. Devrimci Sol Güçler olarak her türlü hazırlığımızı yapmış, Newroz gününü bekliyorduk. Kutlamaya izin almak için Pertek kaymakamlığına da başvurduk. Gerçi izin verilse de verilmese de biz Newroz'u ilçe merkezinde kutlayacaktık. Böyle olmasına rağmen Newroz günü bir olumsuzlukla karşılaştık. Kaymakamlığa başvuran arkadaş, kaymakamlığın çeşitli zarf ve tehtidleri karşısında paniklemiş, bizden habersiz olarak kutlamanın iptal edildiğini açıklamış. Bunun üzerine ilçe merkezinde okuyan taraftarlarımızın çoğu kendi köylerine gitmişlerdi. Bunu öğrendiğimizde çok sinirlenmiştik. Arkadaşı bulup olayın nedenini sorduk. En çok sinirlenen arkadaş da Nurhan’dı. Öyle sinirlenmişti ki, çarşının içinde bir dükkanda arkadaşın yakasına yapışıp "kendi başına nasıl böyle birşey yaparsın" deyip bağırıp, çağırmaya başladı. Müdahale edip durdurmak zorunda kaldık. Ama o bir türlü hırsını alamıyordu. En son "sana inat biz Newroz'u kutlayacağız, ama sen de bunun hesabını vereceksin" dedi. Nurhan'ın bu azmi bize de moral verdi. Hemen ulaşabildiğimiz yerlere söyleyip kutlamayı yapacağımızı söyledik. Tüm olumsuzluklara rağmen 200-300 kişilik bir kitle toplamayı başardık. Pertek ilçe merkezinde Nevroz ateşi yaktık. Bu 12 Eylül'den sonra Pertek'te yakılan ilk Newroz ateşiydi. Nurhan, Newroz ateşinin başında, "Newroz" parçasını söyleyerek kitleyi halaya kaldırdı. Konuşmalarla, marşlarla, türkülerle, sloganlarımızla coşkulu bir şekilde kutlamayı tamamladık. Bu kutlama halkı çok etkilemiş, sempati yaratmıştı. Bunda da NURHAN'ın belirleyiciliği büyüktü.

O, herşeye emek verdiği gibi, yoldaşlarına da emek verirdi. Büyük bir sahiplenme ve bağlılık duygusu vardı. Yoldaşları için hiçbir fedakarlıktan kaçınmazdı. Kendinden önce yoldaşlarını düşünürdü. 1992 yılının sonlarında Abdi Şeker ile birlkte bir köyden Pertek merkezine gelirken, tesadüfen yol kesip arama yapan jandarmayla karşılaşırlar. Nurhan, jandarmanın arama yaptığını görür görmez Abidin'in üzerindeki bayrak, bildiri vb. şeyleri alır. Ve arama noktasından gözaltına alınmadan geçmeyi başarırlar. Daha sonra Nurhan'a neden böyle yaptığını sorduk. "Abdi Harekete benden daha fazla faydalı olur diye düşündüm. Ayraca ben bayan olduğumdan asker beni rahatlıkla arayamazdı" cevabını verdi. Yoldaşı ve Hareketini düşündüğü için tehlikeyi göze almıştı. Tüm mücadele yaşamı boyunca da bu yanı örnek olacaktı. Aynı sahiplenmeyi Önderimiz için de gösterirdi. 1993 Şubat ayıydı. Hareketimiz içinde yaşanan darbe olayını yeni duymuştuk. Ve bize ayrıca Dersim'deki gerilla birliğimizin de darbeci olabileceği yönünde haber gelmişti. Biz kendi aramızda konuşarak, gerillaları gördüğümüzde onlara karşı nasıl tavır alabileceğimizi bile belirlemiştik. Bunları Nurhan da biliyordu. İyice meraklanmıştı. Gerillaları görebilmek ve darbeci olup olmadıklarına emin olabilmek için köye gidip beklemeye başladı. Özellikle çok saygı duyduğu Abdi'nin de darbeci olabileceğini düşündükçe, üzülüyor, gerillayı görebilmek için sabırsızlanıyordu. Tam böyle bir günde evlerinin kapısı çalınır. Abdi ve dört gerilla içeri girer. Normalde gerillayı görünce yerinde duramayan Nurhan bu kez çok soğuk karşılar. Nurhan'ın bu tavrına Abdi de şaşırır. Ama nedenini kısa süre sonra anlar. Nurhan dayanamayıp "size darbeci diyorlar, doğru mu" diye sorar. Gerillalar hep beraber gülerler. Söylentilerin asılsız olduğunu belirtirler. Dünyalar Nurhan'ındır. Bu sevinçle bizim yanımıza geldi. Bizi de götürüp gerillalarla görüştürdü. Artık Nurhan da gerilla olmak istiyordu. Gerillaya katılmak için talepte bulundu. Bir süre beklemesi gerektiği söylendi. Bu bekleme sürecindeyken öğretmeni Abdi ve on bir yoldaşı şehit düştü. Abdi'nin mezarı başında savaşacağına dair and içti. Ve Nuran andına sadık kaldı. Haziran 1993'te gerillaya katıldı.

 

***

 

Kurtuluş Dergisi Yoldaşlar Bizi Aşın’ Köşesinden

KAHRAMANLIKLARI KİTLESELLEŞTİREN DEVRİMCİ ÇİZGİMİZ

 

Perihan Demirer yoldaşımızın, bulundukları yerin kuşatıldığını gördüğünde, düşmanla çatışmaya girip kendini feda ederek birliğin diğer savaşçılarını kurtardığını hemen hepimiz biliriz.

Perihan, Silahlı Devrimci Birlikler’in bir üyesidir. Bir savaşçıdır. Böyle bir durumda bir SDB’liden beklenen de budur, diye düşünebiliriz.

Ama böyle bir fedakarlığı, kahramanlığı yalnız SDB’lilere özgü olarak görürsek, geleneklerimizi, savaşımızı sınırlamış oluruz.

Farklı bir olay, farklı bir örnek üzerinden somutlayalım bunu:

Gecenin bir saatinde operasyon olacağını duyunca kapımızı çalmıştı. “Niye geldin?” diye sorduğumuzda cevabı “buraya bu gece operasyon düzenlenecek haber vermek için geldim” olmuştu. Geldiği yerlerde çok rahatlıkla katledilebileceğini biliyordu. Bir buçuk saat yol yürümüş ve gelip bizi uyarmıştı. “Seni katledebilirlerdi dediğimizde “O zaman yine haberiniz olurdu. Silah seslerini duyduğumuzda önlemlerinizi alırdınız” diye cevapladı...”

Nurhan Azak, bunu yaptığında henüz gerilla olmuş değildir.

Henüz demokratikte çalışan genç bir insandır.

Ama tavrı özünde Perihan’ın tavrı kadar fedakarca ve kahramancadır.

Kahramanlıkların, militanlıkların yalnız kadro ve savaşçılara özgü olmadığının anlatımıdır bu.

Kahramanlıkların kitleselleşmesinin anlatımıdır.

Savaşımızın halklaşmasının küçük göstergelerinden biridir.

Türkiye solunda özellikle “sol bir sapma” içindeki gruplarda, direnişleri, kahramanlıkları adeta “süper insan”ların işi olarak gören bir yaklaşım sözkonusuydu. Bu çarpık yaklaşımla sürekli ideolojik mücadele yürüttük.

Savaşın gerektirdiği tavır ve davranışları sadece silahlı birliklerin üyeleriyle sınırlarsak, gerçekte benzer bir yanlışın içine düşmüş oluruz.

Demokratiği savaşın dışında gören kimi statükocu yaklaşımlar özünde bu anlayışa tekabül eder. Savaşı halkın savaşı olarak değil, sadece belirli “profesyonelleşmiş” ekiplerin savaşı olarak görür.

Oysa savaş tüm alanlarda, özü aynı olan bir savaştır.

Bundandır ki, hangi alanda olursak olalım, bir savaşçı ruh hali içinde olmalı, savaşçı kültürü yaşam tarzına dönüştürmeliyiz denilmiştir hep.

Cephe geleneği budur.

Cephe geleneğinde savaş halklaşmıştır.

Buna bağlı olarak kahramanlıklar da kitleselleşmiştir.

Bir ölüm orucu için bir anda yüzlerce gönüllünün ortaya çıkması bunun göstergesidir. Nurhan Azak’ların buna benzer tavırları bu geleneğin kökleşmesinin, yaygınlaşmasının sonucudur.

Diyebiliriz ki, Cephe’lilik, Düşmanla yürüttüğümüz savaş, herhangi bir anda, yoldaşlarımızın güvenliği veya hareketin, halkın çıkarları açısından neyi gerektiriyorsa, konumumuz, bulunduğumuz alan ne olursa olsun, gerekeni yapma bilincidir.

Direniş ve savaş geleneğimizin yalnız silahlı savaşçılarımızın bulunduğu üslerle sınırlı kalmayıp, demokratik alana, hapishanelere taşınması, buralarda da barikatlar ardına dişe diş savaşlar yürütülmesi bu bilincin sonucudur.

Eğer biz bir halk kurtuluş savaşının içinde yeralıyorsak, konumumuz, alanımız ne olursa olsun, esas olan savaşçılıktır. Kadrolarımızdan kitlemize kadar hakim kılacağımız kültür budur.

Bu gelenek esas olarak yaratılmıştır Cephemizde.

Bu geleneğin olduğu yerde düşmanın tüm baskı ve terör politikalarını tersine çevirmek mümkündür.

Ne için katleder düşman? Hem savaşçıları fiziki olarak yoketmek, hem de geride kalanları sindirmek, korkutmak için. Ama işte bizim savaşımızda tersine çevrilmiştir bu durum.

Düşman 12 Temmuz’da. 16-17 Nisan’da onlarca savaşçımızı katletmiş, herkese silahlı mücadeleye girişirseniz katlederim imha ederim mesajı vermiştir. Ama buna rağmen ne olmuştur? 12 Temmuz, 16-17 Nisan direnişleri daha büyük bir potansiyel yaratmışlardır.

Mesela Nurhan Azak’ı örnek verebiliriz yine, Gerillaya katılması Dersim’de 12’lerin şehit düşmesinden bir ay sonraydı. “Söz vermiştim, sözümü tutacağım” demişti ve sözünü tuttu.

İlginç olan şudur; katledilen bizizdir, ama bu katliamlardan ürken, korkan başkaları. Düşman bize yönelik infaz operasyonlarına giriştiğinde bundan bizim kitlemiz değil, ama reformistler, oportünistler ürker, ortam “sakinleşinceye” kadar biraz geri çekerler kendilerini.

Bu da Cephe anlayışı ve geleneğiyle, solun arasındaki temel ayrımlardan biridir zaten. Yokedilemeyecek, yenilmeyecek Cephe gerçeği bu direniş ve savaş geleneğinin üzerinde yaratılmıştır.

Cepheli, şehit olmaya hazırdır, her Cepheli bir kahraman adayıdır.

Günü, zamanı geldiğinde, bir operasyonu ölümü göze alarak yoldaşlarına haber veren, zamanı geldiğinde silah kuşanıp dağa çıkan, zamanı geldiğinde silahını yoldaşlarına teslim edip ölümü kucaklayan bir Nurhan olunur.

 

(Bu yazı, Halk için Kurtuluş dergisinin 20 Ağustos 1998 tarihli

96. Sayısının Yoldaşlar Bizi Aşın köşesinde yayınlanmıştır.)

 

Geri