Nurhan
AZAK'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Gerilla
yoldaşları anlatıyor:
Her
zamanki gibi, güneş doğmadan önce kalkmış, güneşin doğuşunu karşılamaya
hazırlanıyorduk. Bugün bir farklılık vardı. İçtima sıramız, bir gün öncekine
göre bir kaç kişi daha fazlaydı. Çünkü, Hayri Koç
Müfrezesinden de yoldaşlar var. “Acaba
görevleri bitti de mi geri geldiler?” diye düşünüyorduk. Yok
yok öyle olsaydı hepsi gelirdi. Sadece bir kaç kişi
var. Müfreze komutanımızın “Hazırol” emriyle herkes silahlarını sağ bacağının yanına
çekerek hazırol pozisyonunu aldı. “Sağ baştan say” komutuyla sağ başta
duran yoldaş “bir” diyerek sayımı başlattı. Ardı sıra “iki, üç... son” sözünün ardından sayım işlemi tamamlandı ve bulunduğumuz
yemyeşil ormanda “Her Şey Parti İçin. Her Şey Cephe İçin!”şiarı en gür
seslerimizle haykırıldı. “Rahat” komutuyla
birlikte silahlarımızın namlusu öne doğru uzatıldı. Sağ eller arkaya çekilerek
sol bacak yana doğru açıldı. Kafamız sürekli Hayri Koç Müfrezesinin neden geri
geldiği, görevleri bittiyse neden hepsinin gelmediği sorularıyla meşguldü. Bir
şeyler vardı ama neydi? Komutan bu soruların cevaplarını biz sormadan
açıklamaya başladı;
“3 Eylül’de Ulukale
Köyü yakınlarında saat 16 civarında Hayri Koç Müfrezesine bağlı olan Aydemir
Şahin (Niyazi) yoldaşın komutasındaki grubumuz düşmanla çatışmaya girmiş,
çatışma sonucunda 5 yoldaşımız şehit düşmüştür. Acımız ve üzüntümüz büyüktür.
Ama bunlar kinimizin kaynağıdır. Savaşın bedel gerektirdiğini hepimiz
biliyoruz. Bugün bu bedeli ödeyenler Nurhan Azak (Eylem), Asuman Koç (Makbule),
Hülya Ateş (Perihan), Orhan Korkut (Hasan) ve Aydemir Şahin (Niyazi)
yoldaşlarımız olmuştur. Yarın içimizden biri de bu onura layık olabilir.
Şehitlerimizin hesabını sormak boynumuzun borcudur. Onlar şehit düşerken bize
mesajlar iletmişlerdir. Eylem, şehit düşerken silahını yanındaki yoldaşını
verip Silahımın
düşmanın eline geçmesini istemiyorum. Silahıma iyi bakın. Yoldaşlarıma ve
halkıma selam söyleyin. Hepinizi çok seviyorum’ demiştir.”
Her
zaman gülen, neşeli, canlı ve gözlerinde hayatın canlılığının pırıltısı hiç
sönmeyen can yoldaşımız silahını miras bırakıp ayrılmıştı aramızdan. İlk
katıldığı günlerde hiçbir şeye ses çıkarmaz, sadece güler ve biraz da çekingen
dururdu. Sanki gerillaya katıldığına inanmıyor gibiydi. Ama bir kaç gün sonra
bu çekingenliğini üstünden atıp gerilla yaşamına adapte olmaya başladığında,
artık o ilk günkü çekingen ve sessiz halinden bir şey kalmamıştı. Artık konuşkan,
her zaman canlı, yoldaşlarının sorunlarıyla ilgilenen, bulunduğu ortama neşe
kaynağı olan Eylem vardı. Şimdi ise silahını miras bırakıp, aramızdan fiziki
olarak ayrılmıştı.
Konuşmaya
devam ediyordu komutanımız:
“Asuman şehit düşerken: Şehitler beni çağırıyor. Cemal abiyle (Nazım Karaca), Arif abi (Mürsel Göleli) beni çağırıyorlar. Ben şehitlerin, Cemal’in,
Arif’in yanına gidiyorum. Yoldaşlarıma, anneme, babama ve halkıma selam
söyleyin. Hepinizi çok seviyorum.’
diyerek şehit düşmüştür.”
Köylü
kızı, doğduğu dağlardan hiç kopmamış, bir zamanlar koşup oynadığı, kuzuları
otlattığı dağlarına şimdi elde silah savaşmak için çıkmış ve 12’lere verdiği
sözü yerine getirerek onlar gibi şehit düşmüştü. Asuman, o saf haliyle, sanki
karşımızda durmuş bize bakıyordu ben
ölmedim, inadına yanımızdayım’ diyordu.
Ya
şehit düşen grubun komutanı Aydemir... Aydemir’in o yürekli konuşkan çalışkan,
emekçi yapısı, oradan oraya koşturan, ne olursa olsun, söylenen herşeyi hiç sızlanmadan büyük bir zevkle yerine getiren
yapısını keşke herkes görebilseydi. O’nu tüm yoldaşlarımız tanıyabilseydi.
Hülya’nın
o içten ve sıcak kahkahası halen kulaklarımızda çınlıyordu. Canlılığı ve
hareketli olmasından dolayı, halkımız O’na “tam
erkek gibi” derdi. Ve Hülya’yı severlerdi. O’nun insanlarla kısa sürede
kaynaşması her zaman bizim için örnekti.
Orhan’ın
sessiz, sakin yapısı, söyleneni yapan, sessizliğinin altında düşmanına büyük
bir öfke taşıyan davranışları ve atikliği bir bir
gözlerimizin önünden geçiyordu.
Beynimizde
hüzün, öfke ve kinden başka bir şey yoktu. Gözlerimizden bunu görebilmek
mümkündü.
Ve
içtima bitmek üzereyken komutanın;
-Söylemek
istediğimiz bir şey var mı?
sorusuna hepimizin
cevabı aynıydı;
-Hesabını
soralım. Hem de kanları kurumadan soralım!..
Komutan
da onaylayarak;
-Evet kanları kurumadan hesabını
soracağız!.. diyerek
konuşmasını tamamladı.
Bu,
Beşler’imize verdiğimiz sözümüzdü ve verdiğimiz sözü
de tuttuk...
(Bu anlatım, Halk için Kurtuluş dergisinin 20 Ağustos 1998 tarihli
96. Sayısında yayınlanmıştır.)
Nurhan'a Ağıt
(Nurhan Azak'ın yakınları tarafından yazılmıştır.)
"Bir düşmandı seni arkandan vuran
Hem yiğit hem merttin nuranım
benim
Hasret acısından sızlar bu tenim
Başındaki puşun olsun
kefenim
Çok mu derin idi söyle o yaran
Övünç kaynağımsın ah güzel bacım
Seni çok severdim gönül ilacım
Dersim tarihinde sensin baş tacım
Kahpelerdi senin çevreni saran
Kızıla boyandı kanınla dere
Bayrağını diktin düştüğün yere
Taht kurdun bilesin sen gönüllere
O gün şehit düştü o köye varan
Ihbar etmiş sizi satılmış muhtar
Ilkbahar gelmeden erimeden kar
Sarılmış çevreniz yeriniz çok dar
Olmamış çemberi çıkıp da yaran..."
***
Köyünden, Pertek'ten yoldaşları
anlatıyor:
Öğreniyor, öğrendiklerini yaşamında somutluyor ve başkalarına aktarıyordu
Nurhan AZAK, Dersim'in
Pertek ilçesine bağlı Aşağı Gülbahçe (Kürmeş) köyünden orta halli bir ailenin çocuğuydu.
Kürt-aleviydi. Ailesi, geçimini, çiftçilikle ve yolcu minibüsü çalıştırarak
sağlıyordu. Nurhan yedi kardeşinin en küçüğüydü. En küçük olmasından dolayı
ailesi tarafından hiçbir işte çalıştırılmamış, rahat bir ortamda büyütülmüştü.
Yaşamın zorluklarıyla fazla karşılaşmamış, fiziki olarak yıpranmamıştı.
Nurhan, ilkokulu kendi koyünde,
ortaokul ve liseyi ise Pertek Mustafa Kemal Lisesi'nde okudu. Devrimcilerle
1991'de lise ikideyken tanıştı. Sessiz, konuşmayı pek sevmeyen bir yapısı
vardı. Birkaç yıl aynı sınıfta okumamıza rağmen O'nunla
doğru dürüst konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Çok doğal bir yapısı vardı. Kendi
köyünün şivesiyle konuşurdu. İri-yarı, babayiğit, düz siyah saçlı, açık tenli
bir arkadaştı. Konuştuğunda ise çekingence, ağır ağır
konuşurdu. Yaptığı işlerde de yavaş hareket ederdi. İlk tanıştığı devrimciler TDKP'liydi. O da bu yüzden onlara sempati duyuyordu. Ama
kısa sürede onların çarpık anlayışlarını gördü, tanıdı. Bizim
faaliyetlerimizden etkilenmeye başladı. 1992 başından itibaren bizimle birlikte
hareket etti. Örgütlü ilişkilerimiz içinde yeraldı. Hareketimizi
tanımak için yoğun bir çaba içerisine girdi.
Sürekli okuyup araştırıyordu. Kafasına takılan
soruları tanıdığı insanlarımıza soruyor, tartışıyor, öğrenmeye çalışıyordu. Bu
öğrenme uğraşını sadece kendisi için yapmıyordu. Öğrendiklerini yaşamında somutluyor, başkalarına da aktarmaya çalışıyordu. Özellikle
köyündeki gençlerle ilgileniyordu. Onlara bizi anlatıyordu. Bu emekleri boşa
gitmedi, insanları etkilemeyi başardı ve kendi köyünden birçok insanın
mücadeleye katılmasını sağladı. Onlara yayınlarımızı okutuyor, eğitim
çalışmaları yapıyordu. Köyündeki gençlerle geziler organize ediyor, onları
örgütlemek için birlikteliği ve dayanışmayı geliştiriyordu. Bu konuda her türlü
fırsatı değerlendiriyordu. Mesela bir düğün mü oldu; gençleri etraf ına toplar, onlarla sohbet ederdi. Onlara birşeyler öğretebilmek, mücadeleye katabilmek isteği ile
doluydu.
Nurhan'ın bu çabalarının sonucu olarak kendi köyü ve
komşu köylerdeki insanları örgütleme görevi ona verildi. Bu görev verilmeden
önce de o zaten bu işi gönüllü yapıyordu. Gençlerden
yaşlılara kadar herkesin sevgisini ve saygısını kazanmışta. Köylülerin
"Nure"si olmuştu. "Nure"
ismi köylülerin dilinden düşmüyordu. Nurhan, sadece kendi köyündeki değil, Pertek'teki
diğer faaliyetlerimizde de aktif olarak yeraldı.
Yaptığımız çalışmaların birçoğunda O'nun önemli payı ve emeği vardır. Birşeyler yapmak için sürekli ısrar eder, adeta kendini
dayatırdı. Birşey yapmadığımızda ya da eksik ve
yanlışlara düştüğümüzde acımasızca eleştirirdi. Onun bu isteği diğer insanları
da motive ederdi. Nerede iş varsa Nurhan'ı orada görmek mümkündü. Anmalarda,
gezilerde, bildiri dağıtımında, duvar yazılamalarında, şehit cenazelerinde,
insanları örgütlemede; kısacası devrimci faaliyetin olduğu her yerde onu
görebiliyorduk. Güzel türkü söylerdi. Halayların başını çekerdi. Grup Ekin'in
"İstanbul Şafakları" parçasının Kürtçe bölümlerini çok sever, söylerdi.
Gittiğimiz bir anmada, saygı duruşunda, sol yumruklarımızın havada olduğu ve
hiçbir sesin duyulmadığı bir anda Nurhan'ın sesini duyduk:
"İnsanlar için öleceksin Hem de yüzünü
görmediğin insanlar için Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken... "
Şiiri öyle gür ve canlı haykırdı ki -aynı türkü ve
marşlarımızı söylediği gibi- insanların içi ürperdi, duygulandı. Bu sese birçok
kez tanık olacaktık. Nurhan birçok yanıyla bizlere örnek oluyordu. Mütevazi ve olgun kişiliğiyle insanları etkileyebiliyordu.
Bu yönüyle liseli öğrencilerin saygısını kazanmıştı. Sorumlusu olduğu DLMK'lılar onun etrafında toplanıyor, saygıyla dinliyorlardı.
Bu olgunluğundan dolayı liseliler genelde ona abla diye hitap ederlerdi.
Onlarla sıcak ilişkiler kurmuştu. Sorumluluğunu yaptığı gençlerle sürekli içiçeydi. Bu yüzden harhangi bir
sorunu olan biri hemen gider Nurhan'ı bulurdu.
Fazla bir mücadele geçmişi olmamasına rağmen Nurhan,
kendisini hızla geliştiren, öğrenen bir yoldaşımızdı. Onunla yaşadığımız şu
olay deneyimsiz olmasına karşın onun istek çaba ve azmini göstermeye yeter.
Şehitleri anma haftasında('93) duvar yazılamaları yapacaktık. Pertek'te 12
Eylül'den sonra ilk kez duvar yazılaması olacaktı. Ayrıca biz de ilk kez böyle
bir iş yapacaktık. Yani hiçbir deneyimimiz yoktu. Yazılama yapacakların tamamı
erkeklerden oluşuyordu. Nurhan'ı bayan olduğundan yazılama eylemine katmak
istemiyorduk. Fakat o kadar ısrar etti ki onu da bu eylem içine aldık. Nurhan
ile ayrı ekiplerdeydik. Yazılamaları yazıp bitirdikten sonra görüşecektik. Belirlediğimiz
yerde görüştük. Karanlıkta üstüne başına fazla dikkat etmedim. Sadece "tamam
mı" diye sordum. O da "bizim tamam, ya sizinki" dedi. Sevinçli
ve heyecanlıydı. Kalacağımız eve gidip de Nurhan'ı ışıkta görünce "yazılamayı
belirlediğimiz yere mi yaptınız, yoksa başka yere mi" diye sormaktan
kendimi alamadım. "Ya nereye olacak, bana inanmıyor musun yani" dedi.
Biraz alınmıştı. Kazağını, ellerini gösterince ne dediğimi anladı. Gülmeye
başladı. Çünkü üstü-başı boya içindeydi. Kendine özgü üslubuyla "heyt ne olacak sanki, ilktir, olur
bu kadar" diye ekledi. Nurhan'ın kazağını yakma pahasına da olsa, yazılama
eylemini başarıyla tamamlamıştık. Nurhan coşkuluydu, heyecan ve neşe doluydu.
Gözlerinin içi her zaman güler, bizlere umut verirdi. Kahkahalarıyla bulunduğu
ortamı neşelendirirdi. Olumsuzluklar karşısında karamsarlığa düşmezdi.
Olumsuzluğu gidereceğimize inanır, alternatifler sunardı.
1993 Newroz'unu Pertek
ilçe merkezinde kutlayacaktık. Devrimci Sol Güçler olarak her türlü hazırlığımızı
yapmış, Newroz gününü bekliyorduk. Kutlamaya izin
almak için Pertek kaymakamlığına da başvurduk. Gerçi izin verilse de verilmese
de biz Newroz'u ilçe merkezinde kutlayacaktık. Böyle
olmasına rağmen Newroz günü bir olumsuzlukla
karşılaştık. Kaymakamlığa başvuran arkadaş, kaymakamlığın çeşitli zarf ve tehtidleri karşısında paniklemiş, bizden habersiz olarak
kutlamanın iptal edildiğini açıklamış. Bunun üzerine ilçe merkezinde okuyan
taraftarlarımızın çoğu kendi köylerine gitmişlerdi. Bunu öğrendiğimizde çok
sinirlenmiştik. Arkadaşı bulup olayın nedenini sorduk. En çok sinirlenen arkadaş
da Nurhan’dı. Öyle sinirlenmişti ki, çarşının içinde bir dükkanda
arkadaşın yakasına yapışıp "kendi başına nasıl böyle birşey
yaparsın" deyip bağırıp, çağırmaya başladı. Müdahale edip durdurmak
zorunda kaldık. Ama o bir türlü hırsını alamıyordu. En son "sana inat biz Newroz'u kutlayacağız, ama sen de bunun hesabını vereceksin"
dedi. Nurhan'ın bu azmi bize de moral verdi. Hemen ulaşabildiğimiz yerlere
söyleyip kutlamayı yapacağımızı söyledik. Tüm olumsuzluklara rağmen 200-300
kişilik bir kitle toplamayı başardık. Pertek ilçe merkezinde Nevroz ateşi
yaktık. Bu 12 Eylül'den sonra Pertek'te yakılan ilk Newroz
ateşiydi. Nurhan, Newroz ateşinin başında, "Newroz" parçasını söyleyerek kitleyi halaya kaldırdı.
Konuşmalarla, marşlarla, türkülerle, sloganlarımızla coşkulu bir şekilde
kutlamayı tamamladık. Bu kutlama halkı çok etkilemiş, sempati yaratmıştı. Bunda
da NURHAN'ın belirleyiciliği büyüktü.
O, herşeye emek verdiği gibi,
yoldaşlarına da emek verirdi. Büyük bir sahiplenme ve bağlılık duygusu vardı.
Yoldaşları için hiçbir fedakarlıktan kaçınmazdı.
Kendinden önce yoldaşlarını düşünürdü. 1992 yılının sonlarında Abdi Şeker ile birlkte bir köyden Pertek merkezine gelirken, tesadüfen yol
kesip arama yapan jandarmayla karşılaşırlar. Nurhan, jandarmanın arama
yaptığını görür görmez Abidin'in üzerindeki bayrak, bildiri vb. şeyleri alır.
Ve arama noktasından gözaltına alınmadan geçmeyi başarırlar. Daha sonra
Nurhan'a neden böyle yaptığını sorduk. "Abdi Harekete benden daha fazla
faydalı olur diye düşündüm. Ayraca ben bayan olduğumdan asker beni rahatlıkla
arayamazdı" cevabını verdi. Yoldaşı ve Hareketini düşündüğü için tehlikeyi
göze almıştı. Tüm mücadele yaşamı boyunca da bu yanı örnek olacaktı. Aynı
sahiplenmeyi Önderimiz için de gösterirdi. 1993 Şubat ayıydı. Hareketimiz
içinde yaşanan darbe olayını yeni duymuştuk. Ve bize ayrıca Dersim'deki
gerilla birliğimizin de darbeci olabileceği yönünde haber gelmişti. Biz kendi
aramızda konuşarak, gerillaları gördüğümüzde onlara karşı nasıl tavır
alabileceğimizi bile belirlemiştik. Bunları Nurhan da biliyordu. İyice
meraklanmıştı. Gerillaları görebilmek ve darbeci olup olmadıklarına emin
olabilmek için köye gidip beklemeye başladı. Özellikle çok saygı duyduğu
Abdi'nin de darbeci olabileceğini düşündükçe, üzülüyor, gerillayı görebilmek
için sabırsızlanıyordu. Tam böyle bir günde evlerinin kapısı çalınır. Abdi ve
dört gerilla içeri girer. Normalde gerillayı görünce yerinde duramayan Nurhan bu
kez çok soğuk karşılar. Nurhan'ın bu tavrına Abdi de şaşırır. Ama nedenini kısa
süre sonra anlar. Nurhan dayanamayıp "size darbeci diyorlar, doğru mu"
diye sorar. Gerillalar hep beraber gülerler. Söylentilerin asılsız olduğunu
belirtirler. Dünyalar Nurhan'ındır. Bu sevinçle bizim yanımıza geldi. Bizi de
götürüp gerillalarla görüştürdü. Artık Nurhan da gerilla olmak istiyordu.
Gerillaya katılmak için talepte bulundu. Bir süre beklemesi gerektiği söylendi.
Bu bekleme sürecindeyken öğretmeni Abdi ve on bir yoldaşı şehit düştü. Abdi'nin
mezarı başında savaşacağına dair and içti. Ve Nuran
andına sadık kaldı. Haziran 1993'te gerillaya katıldı.
***
Kurtuluş
Dergisi Yoldaşlar Bizi
Aşın’ Köşesinden
KAHRAMANLIKLARI
KİTLESELLEŞTİREN DEVRİMCİ ÇİZGİMİZ
Perihan Demirer
yoldaşımızın,
bulundukları yerin kuşatıldığını gördüğünde, düşmanla çatışmaya girip kendini
feda ederek birliğin diğer savaşçılarını kurtardığını hemen hepimiz biliriz.
Perihan,
Silahlı Devrimci Birlikler’in bir üyesidir. Bir savaşçıdır.
Böyle bir durumda bir SDB’liden beklenen de budur,
diye düşünebiliriz.
Ama
böyle bir fedakarlığı, kahramanlığı yalnız SDB’lilere özgü olarak görürsek, geleneklerimizi, savaşımızı
sınırlamış oluruz.
Farklı
bir olay, farklı bir örnek üzerinden somutlayalım
bunu:
“Gecenin
bir saatinde operasyon olacağını duyunca kapımızı çalmıştı. “Niye geldin?” diye sorduğumuzda cevabı “buraya bu gece operasyon düzenlenecek haber
vermek için geldim” olmuştu. Geldiği yerlerde çok rahatlıkla
katledilebileceğini biliyordu. Bir buçuk saat yol yürümüş ve gelip bizi uyarmıştı.
“Seni katledebilirlerdi” dediğimizde “O zaman yine haberiniz olurdu. Silah seslerini duyduğumuzda
önlemlerinizi alırdınız” diye cevapladı...”
Nurhan
Azak, bunu yaptığında henüz gerilla olmuş değildir.
Henüz
demokratikte çalışan genç bir insandır.
Ama
tavrı özünde Perihan’ın tavrı kadar fedakarca ve
kahramancadır.
Kahramanlıkların,
militanlıkların yalnız kadro ve savaşçılara özgü olmadığının anlatımıdır bu.
Kahramanlıkların
kitleselleşmesinin anlatımıdır.
Savaşımızın
halklaşmasının küçük göstergelerinden biridir.
Türkiye
solunda özellikle “sol bir sapma” içindeki gruplarda, direnişleri,
kahramanlıkları adeta “süper insan”ların işi olarak gören bir yaklaşım sözkonusuydu. Bu çarpık yaklaşımla sürekli ideolojik
mücadele yürüttük.
Savaşın
gerektirdiği tavır ve davranışları sadece silahlı birliklerin üyeleriyle
sınırlarsak, gerçekte benzer bir yanlışın içine düşmüş oluruz.
Demokratiği
savaşın dışında gören kimi statükocu yaklaşımlar
özünde bu anlayışa tekabül eder. Savaşı halkın savaşı olarak değil, sadece
belirli “profesyonelleşmiş” ekiplerin savaşı olarak görür.
Oysa
savaş tüm alanlarda, özü aynı olan bir savaştır.
Bundandır
ki, hangi alanda olursak olalım, bir savaşçı ruh hali içinde olmalı, savaşçı kültürü
yaşam tarzına dönüştürmeliyiz denilmiştir hep.
Cephe
geleneği budur.
Cephe
geleneğinde savaş halklaşmıştır.
Buna
bağlı olarak kahramanlıklar da kitleselleşmiştir.
Bir
ölüm orucu için bir anda yüzlerce gönüllünün ortaya çıkması bunun göstergesidir.
Nurhan Azak’ların buna benzer tavırları bu geleneğin kökleşmesinin,
yaygınlaşmasının sonucudur.
Diyebiliriz
ki, Cephe’lilik, Düşmanla
yürüttüğümüz savaş, herhangi bir anda, yoldaşlarımızın güvenliği veya
hareketin, halkın çıkarları açısından neyi gerektiriyorsa, konumumuz,
bulunduğumuz alan ne olursa olsun, gerekeni yapma bilincidir.
Direniş
ve savaş geleneğimizin yalnız silahlı savaşçılarımızın bulunduğu üslerle
sınırlı kalmayıp, demokratik alana, hapishanelere taşınması, buralarda da
barikatlar ardına dişe diş savaşlar yürütülmesi bu bilincin sonucudur.
Eğer
biz bir halk kurtuluş savaşının içinde yeralıyorsak,
konumumuz, alanımız ne olursa olsun, esas olan savaşçılıktır. Kadrolarımızdan kitlemize kadar hakim
kılacağımız kültür budur.
Bu
gelenek esas olarak yaratılmıştır Cephemizde.
Bu
geleneğin olduğu yerde düşmanın tüm baskı ve terör politikalarını tersine
çevirmek mümkündür.
Ne
için katleder düşman? Hem savaşçıları fiziki olarak yoketmek,
hem de geride kalanları sindirmek, korkutmak için. Ama işte bizim savaşımızda
tersine çevrilmiştir bu durum.
Düşman
12 Temmuz’da. 16-17 Nisan’da onlarca savaşçımızı katletmiş, herkese silahlı
mücadeleye girişirseniz katlederim imha ederim mesajı vermiştir. Ama buna
rağmen ne olmuştur? 12 Temmuz, 16-17 Nisan direnişleri daha büyük bir
potansiyel yaratmışlardır.
Mesela
Nurhan Azak’ı örnek verebiliriz yine, Gerillaya katılması Dersim’de
12’lerin şehit düşmesinden bir ay sonraydı. “Söz vermiştim, sözümü tutacağım”
demişti ve sözünü tuttu.
İlginç
olan şudur; katledilen bizizdir, ama bu katliamlardan ürken, korkan başkaları.
Düşman bize yönelik infaz operasyonlarına giriştiğinde bundan bizim kitlemiz
değil, ama reformistler, oportünistler ürker, ortam “sakinleşinceye”
kadar biraz geri çekerler kendilerini.
Bu
da Cephe anlayışı ve geleneğiyle, solun arasındaki temel ayrımlardan biridir
zaten. Yokedilemeyecek, yenilmeyecek Cephe gerçeği bu
direniş ve savaş geleneğinin üzerinde yaratılmıştır.
Cepheli,
şehit olmaya hazırdır, her Cepheli bir kahraman adayıdır.
Günü,
zamanı geldiğinde, bir operasyonu ölümü göze alarak yoldaşlarına haber veren,
zamanı geldiğinde silah kuşanıp dağa çıkan, zamanı geldiğinde silahını
yoldaşlarına teslim edip ölümü kucaklayan bir Nurhan olunur.
(Bu yazı, Halk için
Kurtuluş dergisinin 20 Ağustos 1998 tarihli
96. Sayısının
Yoldaşlar Bizi Aşın köşesinde yayınlanmıştır.)